Peygamberlerin Tebliğ Sürecinde Bazı Ortak Noktalar
Prof. Dr. Mahmut ÖZTÜRK 2024-10-09

Öz
Sosyal hayatta bir olayın bütün boyutlarıyla aynen tekrarı mümkün değildir. Zaman, mekân ve birey düzeyindeki değişkenler bunu imkânsız kılmaktadır. Bununla beraber gerek Allah’ın ezeli kanunları olan sünnetullah gerekse insan tabiatının refleksleri benzer hadiselerin yaşanmasına ve benzer neticelerin doğmasına zemin hazırlayabilmiştir. İlahi müdahaleleri de buna ekleyince sosyal olaylarda da süreç ve sonuç itibarıyla benzer durumların ortaya çıkması mümkün olabilmiştir. Kıssalar, Kur’an muhtevası içinde çok önemli yere sahiptir. Gaybî haberler ve insan hayatına ışık tutabilecek hadiseler içermesi, başta müfessirler olmak üzere birçok ilim adamının bu konuyla ilgilenmesine zemin hazırlamıştır. Bu çalışma Peygamber kıssalarını bu bakış açısıyla ele almayı amaçlamaktadır. Çalışmada farklı özelliklere sahip kıssaların bu farklılıkları üzerinde durulmamış, ortak hususlar üzerinden genel bir değerlendirmeye gidilmiştir. Benzerlik hususunda da makale sınırları dikkate alınarak Kur’an’ın da işaret ettiği özellikler tartışma konusu yapılmıştır. Kur’an’a göre peygamberler kendi kavimlerinden seçilmiş ve onların diliyle gönderilmiştir. Peygamberlerin kavimlerine mensubiyetini ifade eden “Kardeşleri Hûd, kardeşleri Sâlih” ifadeleri müfessirlerce kan bağı bağlamında yorumlanmıştır. Bu ontolojik birlik iletişimde çok önemli olan kaynağa güven ve mesaj alıp verebilme şartları bu birlik/uyum sayesinde kıssalarda en tabii şekilde yerine gelmiş olmaktadır. Peygamberlerin tebliğ sürecinde Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde en çok durulan bir diğer husus tevhid inancının peygamberlerin ilk mesajının içeriğini oluşturmasıdır. Bu ilke peygamber kıssalarına yer veren sûrelerde “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur” şeklinde çok defa tekrarlanmış bulunmaktadır. Peygamberler tevhid inancını tebliğ ettikten hemen sonra kendi kavimlerinde en çok görülen olumsuz davranış üzerinde yoğunlaşmışlar ve bununla mücadele etmişlerdir. Tarih boyunca bazı insanların dini bir ekonomik sömürü aracı olarak kullandığı bilinmektedir. Bu husus Allah tarafından görevlendirilen peygamberlere karşı bir ön yargı oluşturma ihtimalini barındırdığından peygamberler kavimlerine hitap ederken onlardan herhangi bir ücret istemediklerini özellikle vurgulamışlardır. Peygamber kıssalarının temel ortak özelliklerinden birisi de inkârcıların ortaya koydukları söz ve eylemlerindeki benzerliklerdir. İnkârcılar, atalarının inancından ayrılmak istememişler, peygamberlerin kendileri gibi beşer olmalarını yadırgamışlar, peygamberlerin ve müminlerin sosyo-ekonomik durumlarını dillerine dolamışlardır. Bu gerekçelerin mantıki temellerden yoksun oldukları bizzat Kur’an tarafından çeşitli vesilelerle eleştiri konusu yapılmıştır. Kur’an’da açıkça ifade edildiği gibi kavimleri peygamberlerden mucize istemişler, Allah’ın izni ile bu mucizeler geçekleşmiştir. Ancak bu mucizelerin her zaman iman etmeye vesile olduklarını söylemek güçtür. Toplumların peygamberler karşısında aklî yenilgilerinden sonra başvurdukları ortak uygulama peygamberlere ve müminlere eziyet etmek olmuştur. Kaba kuvvete başvurmaları müminler açısından bir imtihan vesilesi olurken netice açısından bazen müminlerin hicreti bazen de şehadeti ile neticelenmiştir. Birçok kıssada görüleceği üzere peygamberlere ve müminlere eziyet ve işkence eden kavimler yaptıklarının karşılığı olarak helak edilmişlerdir. Bu helak oluşlar bazen tarih sahnesinden tamamen silinmek şeklinde gerçekleşmiş, bazen de gelecek nesillerin ibret almalarına vesile olacak şekilde arkeolojik kazılara konu olmuştur. Peygamberlerin tebliğ sürecinde ontolojik olarak kavimleriyle iletişime girebilecek donanıma sahip oldukları, iman-inkâr sürecinin her zaman akli bir muhakeme neticesinde işlemeyip ön yargıların bu süreçte etkili olduğu, inkârcıların öldürme dahil her zaman kaba kuvvete başvurmaya meyilli oldukları, çoğunlukla kavimlerin amellerinin karşılığı helak edildikleri görülmektedir. Makalede peygamber kıssalarında kesişen noktalar başta tefsir kaynakları olmak üzere temel İslâmî kaynakların ve çağdaş çalışmaların taranmasına ve ulaşılan verilerin yorumlanmasına çalışılacaktır. Detay sayılabilecek konularda veya daha önce çalışılmış alt başlıklarda ilgili çalışmalara işaret etmekle yetinilecektir.
Giriş
“Allah katında din İslâm’dır.” 1 âyeti, ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar ulûhiyet akidesinin ana ekseninde bir değişme olmadığını ve bütün ilahi dinlerin İslâm’la aynı öze sahip olduğunu bildirmektedir. Ahkâma dair bazı meselelerde zamana göre birtakım farklılıklara rastlansa da iman esaslarında hiçbir değişim söz konusu değildir. Bugün Yahudilik ve Hristiyanlık şeklindeki isimlendirmeler Tevrat’a veya İncil’e dayanmayıp sonradan verilen isimlerdir. Her iki peygamber de bu isimleri kullanmamışlardır. Yüce Allah’ın takdiri ile bu dinî hükümler kıyamete kadar bütün insanlara hitap eden evrensel ilkeleriyle İslâmiyet’te en mükemmel şekline ulaşmış bulunmaktadır. İlâhî dinler insan-ilah ilişkisini en doğru tarzda ortaya koyma gayesini güttüğü gibi, beşerî dinler de insanlara aşkın bir varlık karşısında boyun eğmeyi öğütler. Yanlış da olsa bu eğilim insanın fıtraten tapınma ihtiyacına işaret etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’e göre Yüce Allah insanları ve cinleri Allah’a kulluk etmeleri gayesiyle yaratmıştır.4 İnsanın aklıyla Allah’ın varlığı ve birliği fikrine ulaşacağı kabul edilse bile ibadetlerin mahiyetinin akılla bilinmesi mümkün olmadığı kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu gayenin tahakkuku nübüvvet müessesesini -Allah açısından zorunlu olmasa bile- gerekli kılmaktadır. Nitekim Yüce Allah’ın peygamber gönderilmeyen bir kavme azap etmeyeceğini bildirmesi5 bu hakikatin işareti olarak yorumlanmıştır. Yüce Allah’ın insanlara emir ve buyruklarını bildirme, diğer bir ifade ile insanlarla iletişime geçme/konuşma tarzının; vahiy (ilham), perde arkasında konuşma ve elçi gönderme şekillerinden birisiyle tahakkuk edeceği Kur’ân-ı Kerîm’de sarahaten bildirilmiştir.6 Peygamberler duruma göre bu üç yolun herhangi birisiyle vahiy almışlardır. Hadis-i şeriflerde sayısı binlerle ifade edilen peygamberlerin sadece bir kısmının kıssaları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiştir. Bu kıssalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde Peygamberlerin tebliğ metodunda ve sürecinde bazı ortak noktalara rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bu küllî kaidelere yer yer işaret ettiği gibi, bizi bu külli kaidelere götüren bazı peygamber kıssalarına da yer vermektedir. Kur’ân-ı Kerîm “Sizden öncekiler” vurgusuyla pek çok hususa işaret eder: Bu âyetlerde önceki milletlere farz kılınan ibadetler, malları ve canlarıyla maruz kaldıkları imtihanlar, Allah’ın yardımını dört gözle bekleyecek kadar yaşadıkları sıkıntılar, uyarılara önem vermemenin neticeleri10 ve ibretlik hazin sonları dile getirilmiştir. İbrâhim sûresinde ise peygamberlerin kavimleriyle olan ilişkilerinin âdeta bir özeti sunulmaktadır: Bu âyetlerde belirtildiğine göre Âd, Semûd ve diğer kavimlerin peygamberleri kavimlerine mucizeler gösterdikleri halde onlar inanmazlar. Peygamberlerin getirdikleri mesajdan kuşkulandıklarını dile getirip onları susturmaya çalışırlar. Peygamberlerin de kendileri gibi birer insan olduklarını, alışagelmiş oldukları inançlarından kendilerini döndürmek istediklerini, gerçekten daha farklı ve apaçık deliller getirmelerini isterler. Peygamberler mucize getirmelerinin ancak Allah’ın izni ile olduğunu, tebliğe devam edeceklerini, bu konuda onların eziyetlerine katlanıp Allah’a tevekkül edeceklerini söylerler. Kavimleri onları kendi inançlarına dönmemeleri halinde bazen sürgünle bazen de ölümle tehdit ederler. Yüce Allah da peygamberlere yardım eder ve inkârcıları cezalandırıp yurtlarını Müslümanlara verir. Kur’an kıssalarının verdiği mesajlar dikkatle okunduğunda tüm peygamberlerin görevlerini yerine getirirken yaşadıkları ortak süreçlere ulaşmak mümkündür. Peygamber kıssalarındaki benzerlikler elbette bu makalede ele alınanlardan ibaret değildir. Peygamberlerin tebliğlerinde çoğu defa “ben dili”ni kullanmaları, Allah’ın yardımının bazen son ana kadar gecikmesi/geciktirilmesi, hemen bütün peygamberlerin bir aileye sahip olması, peygamberlerin aile bireyleriyle imtihanı, peygamberlerin duası ve istiğfarı, peygamberlerin karakterinin Kur’an tarafından övülmesi gibi konularda benzerlikler mevcuttur. Ancak gerek makalenin boyutlarını aşacak olması gerekse bu konuların bir kısmında müstakil çalışmalar yapılmış olması13 başlıkları sınırlandırmayı zorunlu kılmıştır.
1. Peygamberlerin Kendi Kavminden Seçilmesi ve Onların Diliyle Konuşması
Kur'an’a göre peygamberler kendi kavimlerinden seçilmiştir.14 Nitekim Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahyâ ve Hz. Îsâ’nın İsrailoğulları’ndan oldukları ve yine kendi kavimlerine gönderildikleri bilinmektedir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Hûd,15 Hz. Sâlih,16 ve Hz. Şuayb’ın17 kavimleriyle ilişkisi “kardeş” vurgusuyla dile getirilir ki müfessirlere göre bu neseben kardeşlik manasındadır.18 Keza Hz. Muhammed de (s.a.s.) ilk muhataplarıyla aynı kavme mensuptur. Peygamberler Allah’ın emir ve nehiylerini açıkça anlatmaları için onlara kendi dilleriyle hitap etmiştir. Peygamberlerin kavimlerinin içinden gönderilmiş olması iletişimde güvenin tesisi açısından ziyadesiyle önemlidir. Bu durum kavimlerinin peygamberleri tanımadıkları, dolayısıyla onlara güvenmedikleri şeklindeki muhtemel bahanelere sığınma zeminini de ortadan kaldırmaktadır.20 Nitekim kavimleri peygamberlere birçok haksız itham ve iftirada bulundukları halde onları tanımadıklarını, bu yüzden onlara güvenemeyeceklerini ve dil farklılığından dolayı sözlerini anlamadıklarını ileri sürememişlerdir. Hûd sûresi 91. âyette kavmi Hz. Şuayb’a “Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz” şeklinde bir hitapta bulunmuşlarsa da müfessirler bu sözün gerçek anlamda olmayıp alay ve istihza yollu söylenmiş bir söz olduğunu söylemişlerdir. Kavimleri peygamberleri çok kere delilikle itham ettiklerinden bu ifade ile Hz. Şuayb’ın -haşa- deli saçması/anlaşılmayan sözler söylediğini ima etmiş oluyorlardı. Hedef kitlenin, daveti kabul etmesini veya ona meyilli olmasını sağlayan güven duygusu, peygamber - ümmet ilişkisinde de önemlidir. Aristo'nun ifade ettiği gibi, kaynağın güvenilirliği; alıcı tarafından algılandığı şekilde iyi niyet, ahlaki karakter ve iyi anlamak kabiliyetinden müteşekkildir. Kaynağın güvenilir olması [peygambere güven duyulması] ikna edici mesaja dikkat çekilmesi ve dikkatin devamlılığının sağlanması için gerekli en önemli unsurdur. Hz. Peygamber’in nübüvvetten önce kavmi tarafından “güvenilir” bir insan olarak tanınıyor olması ilk zamanlardaki bazı müminlerin inanması üzerinde etkili olmuştur. Yûnus sûresinde de Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygamber’in Mekke’de uzun bir süre yaşadığını müşriklere hatırlatır. Daha önce gönderilmiş ilahi kitaplarda Hz. Muhammed’in (s.a.s.) nübüvvetinden ve tebliğ dilinden söz edildiğini ve İsrailoğulları’nın onu çok iyi tanıdıklarını söyler. Bakara sûresinde Ehl-i Kitab’ın kitaplarında yazılı bilgilerden dolayı Hz. Peygamberi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıdıkları ifade edilmiştir. Nübüvvet sisteminde olduğu gibi, kaynağın kendisi tek başına bir mesaj sunuyor ise alıcının bu mesaja önem vermesi tamamıyla kaynağın güven vermesine dayanır. Bazı istisnalar hariç peygamberler çoğu defa kavimlerine yalnız gönderilmişlerdir. Allah’la iletişimde bulunduklarını ispatlayacak delilleri ya tertemiz yaşantıları ya da mucizeleri olmuştur. Önceki kavimlerin peygamberlerinden ısrarla mucize istemelerine rağmen Hz. Peygamber’e iman eden ilk müminlerin onun yaşantısıyla kazandığı el-Emîn sıfatından etkilendikleri bilinmektedir. İletişimde/tebliğde tanınırlık ve güvenirlik kadar önemli olan bir diğer husus ise dil birliğidir. İletişim dilinin hem kaynak hem de alıcı açısından kodlama ve kod açımı açısından anlaşılır ve net bir yapıda olması, etkin ve sağlıklı bir iletişimin gerçekleşebilmesi için gereklidir. Dolayısıyla bir peygamberin kavminin diliyle konuşması sağlıklı bir iletişim için gerekli bir unsurdur. Aksi halde bir iletişimden, tebliğden ve tebyinden söz edilemez ki nübüvvetin en önemli işlevlerinden ikisine halel gelmiş olur. Kur'ân-ı Kerîm’de bu iletişim ilkesi açıkça zikredilir ve peygamberlerin kavimlerinin diliyle tebliğ faaliyetini sürdürdükleri açıkça zikredilir. Kavim Arapça, Acem veya Süryanice dillerinden hangisiyle konuşuyorsa peygamber de o dille konuşmuştur. Aynı âyette dil birliğinin nedeni de “ilahi mesajı peygamberler tarafından iyice açıklanması” şeklinde belirlenmiştir. Bir topluma gönderilen ilâhî bir kitabın, o toplumda yaşayan peygamberin de dili olan ümmetin diliyle gönderilmiş olması tabiidir. İnsanın kendisinden beklenen sorumluluğu yerine getirmesi, mesajı anlaması ve kavramasına bağlıdır. Dil birliği olmadan da bunun sağlanması mümkün görünmemektedir. Kur’an vahyi açısından da durum böyledir. Kur'ân-ı Kerîm’in Arapça bir kitap olarak nâzil olduğu pek çok âyette zikredilmekte Fussilet sûresinde de bunun nedeni açıklanmaktadır. Buna göre eğer Kur’an Arapça dışında bir dilde gönderilmiş olsaydı ilk muhatapları olan Araplar bunun âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıklanmalıydı diyeceklerdi. Yani kendilerinin rahatlıkla anlayabilecekleri, dilde olmasını isteyeceklerdi. Ancak Kur’an, bir metin ne kadar anlaşılır olursa olsun ondan ancak samimi bir yaklaşım sergileyenlerin faydalanabileceğini, ön yargıya sahip müşriklerin ondan yararlanamayacaklarını bildirir. Kur’an’a göre bu gibi insanların durumu kendisine çok uzaklardan seslenilen kimselerin durumu gibidir. Kulaklarına bir ses çarpar ama söz olarak onun ne anlama geldiğini asla anlamazlar. Mâtürîdî (ö. 333/944) kavminin lisanıyla gelmiş olması konusunda Kur’ân-ı Kerîm’i ayrı bir konumda değerlendirir. Ona göre Kur’an dışında herhangi bir kitap kavminin diliyle gelmemiş olsa bile Kur’an için bu söz konusu olamaz. Zira Kur’an’ın kendisi hüccet ve peygamberin doğruluğuna delil olduğu için Arapça inmesi şarttır. Zira şayet bu peygamberin uydurduğu bir şey olsaydı inkârcıların benzerini uydurmaya muktedir olmaları gerekirdi. Çünkü kavmin dili de onun dili gibidir. Durum böyle iken benzerini meydana getirmemeleri Kur’an’ın başka bir varlık tarafından değil Allah katından indirilmiş olduğunu göstermektedir.
2. Nebevî Tebliğin İlk Adımı Tevhide Çağrı
Dinî inançlar bireyin pratiklerini doğrudan etkileme gücüne sahiptir. Bu yüzden dinler öncelikle mensuplarına inanç sistemini benimsetmeyi hedefler. Zira kişinin inanmadığı bir düşünceyi anlatması veya hayatına uygulaması beklenemez. Bu sebeptendir ki gönderilen bütün peygamberlerin mücadelesinde üzerinde özellikle durdukları hususlara baktığımızda onların öncelikle inancın özü olan tevhidin ilk sırada yer aldığını görürüz. Sonra insan davranışlarında sıkça görülen ve toplumda yaygınlık kazanan hataları ıslaha çalıştıklarını görürüz. İslâmiyet’in doğuş ve teşekkül devreleri olarak kabul edilen Mekke ve Medine dönemlerinde sûre muhtevalarının bu tespitleri destekleyecek ölçüde farklı olduğu görülür. Mekkî sûrelerde daha çok Allah’a, ahiret gününe, peygamberlere ve meleklere iman konuları ve temel ahlaki kurallar ilkesel prensipler halinde zikredilirken Medenî sûrelerde fert, aile ve toplumu ilgilendiren konular öne çıkmıştır. İslâm’ın üzerinde inşa edildiği beş esasa yer veren hadislerde kelime-i tevhid hep ilk sırada zikredilmiş, ardından İslâm’ın şartları olarak bilinen ibadetler sıralanmıştır. Kur’an kıssalarında tevhid mücadelesine yer verilen peygamberlerin ilki Hz. Nûh’tur. O, dokuz yüz elli yıllık hayatı boyunca kavmiyle konuştuğu her fırsatta onlara sadece Allah’a kulluk etmelerini söylemiştir. Hz. Nûh zaman ve mekân ayırımı yapmaksızın gecegündüz, gizli-açık tebliğini sürdürmüş, bazen uyararak bazen de müjdeleyerek yürüttüğü bu mücadelede ne yazık ki iman edenlerin sayısı çok sınırlı kalmıştır. Hz. Nûh’un tebliğ süreci diğer peygamberlerin tebliğ sürecinin bir prototipi gibidir. Hz. Nûh’a muhaliflerinin tepki göstermeleri, ona yönelttikleri haksız eleştiri, itham ve eziyetler ve sonuç olarak cezalandırılarak helak edilme süreçleri bazı farklılıklarla diğer peygamberlerin hayatında da gerçekleşmiştir. Hz. Nûh’tan sonra Hz. Hûd, Hz. Sâlih ve Hz. Şuayb da “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur” ifadesiyle tevhid inancına öncelik vermişlerdir. Ortaya koyduğu akıl yürütme ve tebliğ metoduyla tevhid mücadelesinin sembol ismi haline gelen Hz. İbrâhim, putperestliğe karşı kavmini her fırsatta uyarmış, henüz bir delikanlı iken, yaptıklarının saçmalığı üzerinde düşünmeleri için taptıkları putları kırma cesaretini göstermiştir. İnsanların bir anlığına da olsa vicdani bir muhasebe yapmalarını sağlaması ise şirkin tutarsızlığını aklî birçok metotla ispatlamasından kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan kıssalarda varlığı devam eden iki dini grup Ehl-i Kitap olarak bilinen Yahudiler ve Hristiyanlardır. Âl-i İmrân sûresi 64. âyette Ehl-i Kitab’a yapılan ortak kelimede/sözde birleşme çağrısı Yahudilik ve Hristiyanlığın özünde tevhid inancı olduğunu göstermektedir. Çağrıda bulunulan kitlenin Yahudiler mi yoksa Necran kabilesine mensup Hristiyanlar mı olduğu konusunda farklı görüşler bulunsa da Taberî bu çağrının her iki grubu kapsadığı görüşündedir.45 Ancak Allah’ın Ehl-i Kitabı davet ettiği sözün âyette açıkça ifade edildiği için kelime-i tevhid olduğu hususunda pek çok müfessir hemfikirdir.46 Kur’ân-ı Kerîm’in Yahudileri davet ettiği tevhid inancı Tevrat’ta da dile getirilmiştir. Yahudiler O’ndan başka kimseyi tanrı edinmemeleri; yerde, gökte ya da denizde yaşayan herhangi bir varlığa benzer bir put yapıp tapmamaları hususunda kesin bir dille uyarılmışlardır. Benzer bir içerik İncil’de de mündemiçtir. İncil’de ne Hz. Îsâ’nın, ne Hz. Meryem’in tanrı olduğuna ne de teslise ilişkin en ufak bir iz bulunmamaktadır. Hristiyanlıkta tanrı inancı tek tanrılı/tevhid esaslı olmasına, Hristiyan ilahiyatçıların da dinlerini bu şekilde tanımlamalarına rağmen teslis inancına ilişkin yorumlara başvurmadan onların bu inancını açıklamak mümkün görünmemektedir. Kendilerinin de açıklayamadıkları bu çelişkiyi sır olarak nitelendirmeleri de bundandır.48 Tevhid inancı dünyadaki bütün inanç sistemlerini reddeden ve insanları rab ve ilah olarak Allah’ı kabul etmeye çağıran bir inanç sistemidir. Tevhid literatür de “şirk” in karşılığıdır ve birbirlerinden kalın bir çizgiyle ayrılmıştır. Hz. Peygamber en büyük günahın şirk olduğunu, Allah’a şirk koşanın cehenneme gireceğini buyurmuştur. Lokman oğluna nasihat ederken şirkin en büyük zulüm olduğunu söylemiştir. Müşriklerin İslâmiyet’te en çok rahatsız oldukları şey, kendi bozuk inanç sistemleriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan, putperestlik inancını kesin bir dille reddeden Tevhid idi. Kendi inançlarının mantıksal hiçbir alt yapısı olmadığı için, atalarından gördükleri inancı esnetmeyi düşünebiliyorlardı. Rivayet edildiğine göre tabiri caizse nöbetleşe birbirlerinin tanrısına ibadet etme önerisini Müslümanlara götürebiliyorlardı. Yüce Allah Kâfirûn sûresinde müşriklerin bu önerisini onların kendilerine isnat edilmesine en çok kızdıkları “kâfir” sıfatını kullanarak şiddetle reddetmiş ve böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını açık bir dille ifade etmiştir.
3. Müjdeleme ve Uyarma Arasında Dengeli Bir Yol İzlenmesi
Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlere atfedilen sıfatların başında “beşîr” ve “nezîr” gelmektedir. Bu sıfatlar, peygamberlerin sadece uyarma değil aynı zamanda müjdeleme misyonuna da sahip olduklarını göstermektedir. Nezîr, içinde korku bulunan haberleri getiren kişiye denilir. Beşîr de tam tersi güzel haberler veren müjdeci demektir. Kur'ân-ı Kerîm’de Nezir kelimesi bazen tek başına, bazen de Beşîrle beraber geçer. Peygamberlerin kendi ağzından kullanıldığında ise çoğunlukla apaçık bir uyarıcı anlamında “Nezîrün Mübîn” şeklinde geçer. Peygamberin inzarı, Allah’ın emirlerine muhalif davranıp ona isyan edenleri Allah’ın cezalandırmasıyla uyarmak; tebşiri de Allah’a iman edip ona itaat edenlere verilecek ödülleri müjdelemek manasındadır. Peygamberler hem kavimlerini kıyamet gününün dehşet verici azabından korunmaya hem de Allah’ın verdiği nimetleri hatırlatarak bu nimetlere karşı şükrü eda etmeye çağırmışlardır. A‘râf sûresi 96. âyeti bunun en güzel örneğini barındırmaktadır: Bu âyette Yüce Allah peygamber gönderilen toplumların iman edip sakınmaları halinde kazançlarına bereket katacağını, ancak yalanlamalarından dolayı bunun yerine cezalandırıldıklarını ifade etmektedir. Rivayet edildiğine Hz. Nûh’un kavmi uzun süren bir kıtlık dönemiyle imtihan edilince Hz. Nûh onları Allah’a iman edip istiğfar etmeye davet etmiştir. Tövbe etmeleri halinde Allah’ın beklenen azabı onlardan uzaklaştıracağını, Allah’ın göndereceği yağmurla beraber topraklarının bereketleneceğini, tekrar çoluk çocuk sahibi olup yuvalarının şenleneceğini bildirmiştir. Hz. Mûsâ kavmine seslenirken Allah’ın onların içlerinden peygamberler gönderdiğini, onlara hükümdarlık verdiğini âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini onlara verdiğini söyleyerek onları şükre davet etmiştir. Hz. Sâlih kavmine seslenirken onları Âd kavmi gibi güçlü bir topluluktan sonra vatan sahibi kıldığını, dağlarda ve ovalarda yükselen bir medeniyet kurmalarına imkân verdiğini hatırlatarak onların bu nimetlere karşı iman ederek şükretmeleri gerektiğini belirtmiştir. Geçmişe yönelik bu hatırlatmaların yanında geleceğe yönelik müjdeler de peygamberlerin mesajında yer almıştır. Hz. Hûd kavmine, tövbe etmeleri halinde Allah’ın onlara bereketli topraklarını sulayacak yağmur göndereceğini böylece kuvvetlerine kuvvet katacağını bildirmiştir60 . Hz. Peygamber’in ümmeti de hem dünya hem ahiret nimetleriyle müjdelenmiştir. İman etmeleri halinde daima üstün gelecekleri, Allah’ın yardımına mazhar olacakları, ahirette korku ve kederden azade olacakları, ebediyen cennet nimetlerine nail olacakları bildirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki peygamberler hitaplarında sadece cezalandırmadan veya sadece ödüllendirmeden bahsetmemişler, ikisi arasında bir denge kurmuşlardır. Ceza ve ödül (havf ve reca) biri diğeri olmadan iş göremeyen bir kuşun iki kanadına benzer. İkisinin dengeli hareketi kuşu nasıl gökyüzünde hedefine ulaştırıyorsa insanda da müjde ve uyarı aynı etkiyi yapmaktadır. Müjde ve uyarı formatındaki anlatım tarzı Kur’ân-ı Kerîm’de de görülür. Kur’an’da müjde ve uyarmanın, cezalandırma ve ödüllendirmenin en açık anlatıldığı âyetlerden birisi Zilzâl sûresi 7. ve 8. âyetleridir. Bu iki âyeti Kur’an’ın en kapsamlı âyetleri arasında sayan rivayetler bulunmaktadır. Yüce Allah bu âyetlerde iyilik ve kötülüklerin zerresinin dahi heba olmayacağını, yapılan tüm amellerin amel defterinde kayıt altına alınacağını bildirir. Zilzâl sûresinde mücmel olarak zikredilen bu karşılıklar bazı sûrelerde mükâfat ve mücazat olarak peş peşe zikredilir. Nîsâ sûresinde kâfirlerin cehennemde yanacakları, derileri yandıkça yenisiyle değiştirileceği anlatılırken hemen peşinden müminlerin altından ırmaklar akan cennetle mükâfatlandırılacağı zikredilir. Aynı ikili anlatıma Sâd 38/50-60, Vâkıa 56/10-54 ve en-Nebe 78/24-36. âyetlerinde de yer verilir.
4. Yaygınlık Kazanan Kötü Davranışlarla Mücadeleye Öncelik Verilmesi
İslâm itikadî, vicdanî ve teorik bir sistemden ibaret bir din değildir. Diğer semâvî dinlerde olduğu gibi İslâm da insanlara bir hayat düzeni sunar. Peygamberlerin örnekliğinde insan ve toplum yararına olan şeylerin hayata geçirilmesini, aynı şekilde zararlı şeylerin de terk edilmesini/engellenmesini ister. Bu temel yaklaşımdan dolayıdır ki iman amel ilişkisi İslâm ilahiyatında en çok tartışılan ve bazı mezhepleri diğerlerinden ayıran konuların başında gelir. Hâricîler, amelsiz imanı makbul saymaz, aynı anlayışın devamı olarak büyük günah işleyenleri tekfir ederken, Mutezile biraz daha ılımlı yaklaşarak günah işleyenleri kâfir değil; fasık olarak niteler. İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel gibi âlimler de ameli olmayanları kâfir saymasalar da bir müminin yasaklanan şeylerden uzak durmasının, emredilenlere uymasının zorunlu olduğu görüşündedirler. Kur’ân-ı Kerîm’de kesin bir iman ve amel ayırımına rastlamak mümkün değildir. Aksine ibadetler, salih ameller ve terk edilmesi gereken hasletler çoğu kere imandan sonra veya imanla birlikte zikredilir. Hz. Nûh’tan sonra çocuklarından bir kısmı Yemen taraflarına göçmüşlerdi. Bir süre istikamet üzere yaşayan bu grup sahip oldukları maddi varlıklarla güç zehirlenmesi yaşamışlar, ahiret hayatını unutup tamamen dünyaya ve zevklerine yönelmişlerdi. Fecr sûresinde bildirildiği65 gibi eşsiz güzellikte inşa edilmiş şehirleri onlara yaratılış gayelerini unutturmuştu. Müfessirler, Âd kavmine yöneltilen eleştirileri, onların hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dört elle sarıldıkları, kendi güvenlikleri için müstahkem kaleler yaparken başkalarına zulmettikleri, ya güç gösterisi için işlevsiz abideler ya da sefahat için binalar diktikleri şeklinde yorumlamışlardır. Âd kavminin zirvesinde yaşadığı bu refah onları şımarıklığa ittiği gibi sonraki nesillerde de benzer durumlar devam etmiştir. Allah’ın kendilerine verdiği mühleti, dünyada kalacaklarmış kuruntusuyla bilinçsizce tüketmişlerdir. Günümüzde de Âd kavminin hastalığının tekrar nüksettiği söylenebilir. Ülkelerin ve ticari kuruluşların görünürlüğe yüklediği anlam yüzünden gelirlerin bir kısmı pratikte insana hiçbir yararı olmayan yerlere harcanabilmektedir. Müreffeh ülkeler kendilerini güçlü gösteren bu sunumların bedelini daha fakir ülkelere acımasızca ödetirken, ticari kuruluşlar da ürünlerin gerçek bedelinin on kat fazlasını müşterilerinden çıkarabilmektedir. Hz. Lût, toplumun büyük bir kesiminin irtikâp ettiği erkeklerin hemcinslerine şehvetle yaklaşmalarıyla mücadele etmiştir. İnsan neslinin devamlılığını sağlayan evlilik müessesesini tehlikeye atan, insan fıtratına aykırı bu davranış toplumda sâri bir illet gibi yaygınlık kazanmış, Hz. Lût’un bu konudaki uyarıları tebliğinin ana konusunu oluşturmuştur. Hz. Lût onlara cinsel ihtiyaçların karşı cinslerle evlenmeleri yoluyla gerçekleşmesi gerektiğini, daha önce hiçbir toplumun yapmadığı bir şeyi yapmakla sınırı aşıp yoldan çıktıklarını ısrarla söylemiştir. Bazı rivayetlerde Hz. İbrâhim’in de yeğeni olan Hz. Lût’a destek olmak üzere onun peygamber olarak görevlendirildiği şehirleri dolaşarak uyarılarda bulunduğu fakat onu da dinlemedikleri nakledilmektedir. Kıssanın devamından kavminin bu illetten kurtulmak için en ufak bir adım atmadıkları aksine giderek azgınlaştıkları anlaşılmaktadır. Hz. Lût’un toplumunun tabanına yayılmış bulunan ahlaksızlıkla (cinsi sapıklık) mücadele etmesi gibi, Hz. Şuayb da kavmine Tevhid inancını emrettikten sonra ticaret alanında bilinçli olarak yapılan hataların ıslahına yönelmiştir. Hz. Şuayb’ın yaşadığı dönemde, ekonomik düzene olumsuz etki eden, aşırı kazanma hırsı ile ölçü ve tartıda hilelerin yaygınlık kazandığı, her türlü tehdit ve şantajla insanları yıldırma politikalarının yürütüldüğü, nerdeyse sokağa çıkma güvenliğinin kalmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Şuayb’ın tevhidden sonraki çağrısı da bu yönde olmuştur. Kaynaklar Hz. Şuayb’ın kavminin kaba kuvvete başvuran, diktatörce davranan kişilerin hegemonyasında olduğunu söylemektedir. Bu kişilerin üreticinin emeğini boşa çıkaracak şekilde mallarını daha pazara getirmeden kötüleyerek ucuza aldıkları, bir garip şehirlerine gelse parasının geçersiz olduğunu söyleyip kesinti yaparak ondan satın aldıkları bazılarının da tahsildar gibi yolları kesip istediklerini vermemeleri halinde onları ölümle tehdit ettikleri nakledilmektedir. Bu şekilde zorba olarak davranmayanlar bile daha fazla kazanma konusunda öylesine hırs gösteriyorlardı ki kendileri için bir şey ölçüp tarttıklarında ölçüyü oldukça büyük tutuyor, başkasına satış yaptıklarında ise iyice kısıyorlardı. Bu hasletlerin yaygınlık kazandığı bir toplumda ekonomik ve toplumsal güvenlikten söz etmek mümkün değildir. Böyle bir toplumsal yapının uzun soluklu olması da beklenemez. Bütün bu örnekler peygamberlerin sahip oldukları üstün vasıfların neticesi olarak tebliğde öncelik sırasını tespitte son derece başarılı olduklarını göstermektedir. Bir hekimin bünyeyi saran hastalıkları tedavide öncelik sırasını tespitteki hassasiyetleri gibi peygamberlerin de kötülükte âdeta lokomotif görevi gören sosyal hastalıklarla mücadele etmelerinin, eğitim açısından isabetli bir tutum olduğu söylenebilir. Evrensel bir kitap olarak Kur’ân-ı Kerîm’in sonuçlarıyla beraber bize hayat hikâyelerini aktardığı bu toplumların hastalığının günümüzde aynen yaşanmakta olduğunu görmek “bu gidiş nereye?” âyetini derinlemesine ve defalarca okuyup anlamayı zorunlu kılmaktadır. Günümüz toplumları/insanlar tıpkı Hz. Nûh kavmi gibi ibadet ve itaat etmeleri gereken Yüce Allah’ın yerine, siyasi ve ideolojik oluşumlarını, makam ve mevkilerini koyabilmektedirler. Lüks ve sefahat içinde yaşama, Âd kavminin yaptığını birkaç katına katlayacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır. Eşcinsellik bir hak gibi lanse edilmekte bazı ülkeler bu sapkın eğilime teşne olmaktadır. Tüketici Koruma Kanunlarının varlığı, -ne kadar koruduğu tartışılsa da- üreticilerin sınır tanımaz sahtekârlıklarını engellemeye yönelik bir set olarak hemen her ülkede yürürlüktedir.
5. Maddi Bir Beklenti İçinde Olmadıklarının Israrla Belirtilmesi
Peygamberlerin tebliğ sürecine yer veren sûrelerde dikkat çeken bir diğer husus onların ümmetlerine hitap ederken “Ben, ona (peygamberliğe) karşılık sizden bir ücret istemiyorum.” diyerek onlardan hiçbir ücret istemediklerini, Allah’tan başka hiç kimseden bir mükâfat beklemediklerini ısrarla vurgulamalarıdır. Zuhaylî’nin de dile getirdiği gibi Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Lût ve Hz. Şuayb ümmetlerinden hiçbir ücret istemediklerini özellikle belirtmişlerdir. Peygamberlerden bazıları da yüklendikleri bu ulvi görevi ifa etme hususunda herhangi bir çıkar beklemek şöyle dursun canlarını bile vermekten geri durmamışlardır. Peygamberlik geçici bir unvan ve görev değildir. Peygamberliği dünyevi makam ve mevkiler ile kıyaslamamak gerekir. Peygamberliğe seçilen Elçi geçici bir görevle veya bir süre için bu göreve getirilmemiştir. (…) Hz. Peygamber de Allah'tan yüklendiği bu şerefli hizmeti hiçbir maddi karşılık kişisel çıkar beklemeden yerine getirmiş bütün söylem ve eylemleriyle insanlığın kurtuluşunu düşünerek onları mutlu yarınlara çağırmıştır. Allah'ın elçileri olan peygamberlerin yaptıkları bu ilahi görevlerini karşılık herhangi bir ücret istemedikleri ve maddi bir beklenti içinde olmadıkları Kur'ân-ı Kerîm'de çok defa vurgulanmıştır. Allah, Hz. Muhammed’in de (s.a.s.) aynı ifadeyi kullanmasını emretmiştir. Keza Yâsin sûresinde bir şehir halkını uyarmak üzere bulunan elçileri desteklemek için konuşan kişi de peygamberlerin ücret istememelerini onların güvenirliğine delil saymış ve halkın onlara tabi olmasını tavsiye etmiştir. İnanç ve ibadetlerle doğrudan bir ilgisi olmayan bu ifadenin birçok peygamber tarafından tekrarlanması bunun ilahi bir emir olduğunu göstermekte ve akla bir diğer soru getirmektedir. Peygamberler neden kavimlerinden bir ücret istemediklerini özellikle belirtmek istediler? Kanaatimizce bu durum peygamberlerin yaşadıkları dönemdeki din adamlarının tesis ettikleri düzenden kaynaklanmaktadır. Yürüttükleri hizmetler dolayısıyla toplumda manevi nüfuz sahibi olanların maddi olarak da bundan yararlandıklarını söylemek mümkündür. Keza Firavun’un isteğiyle Hz. Mûsâ’nın karşısına sihirbazlık yapmak üzere çıkacak olan sihirbazlar önceden pazarlığa girişerek başarmaları halinde kendilerine bir ücret verilip verilemeyeceğini sormuşlar, Firavun onların bu taleplerini olumlu karşılayarak pek çok ödül vadetmiştir. Her ne kadar bu kıssada sihirbazların peygamberlik iddiaları söz konusu olmasa da onların ilahi bir din karşısında konumlanmış batıl bir inancı desteklemek üzere görev yaptıkları görülmektedir. Örneğin Hz. İbrâhim’in babası Âzer’in put yaptığı ve bundan bir gelir elde ettiği bilinmektedir. Hristiyanlık inancında din adamlarına ve dini kurumlara verilen kişileri bağışlama yetkisinin Endüljans denilen bu müessese ile bir süre sonra kiliseye gelir getirici bir yapıya dönüştüğü görülmektedir. 86 Kur’an’da haham ve rahiplerin bir kısmının insanların malını haksız yere yedikleri, yığdıkları altın ve gümüşlerle de insanları Allah yolundan alıkoymak için harcadıkları açıkça zikredilmektedir. Bu kimseler din üzerinden çıkar sağlama, verdikleri hükümler için rüşvet alma, ilâhî kitapta değişiklik yapıp yazdıkları tahrif edilmiş nüshaları satma, Allah katında duaların kabulüne aracı olacağı izlenimi vererek bağış alma, günah çıkarma karşılığında bir gelir elde etme ve birçok dolambaçlı yolla kendileri için malî kaynaklar oluşturma gibi davranışları âdet edinmişlerdir. Dinî hizmetlerin ücret karşılığı sunulması maddi durumu elverişli olmayanların onlardan faydalanmasını zorlaştıracaktır. Bu nedenle selef, dinî hizmetlerden ücret alınmasına cevaz vermemiştir. Özellikle tebliğ aşamasında böyle bir durum insanların mesajdan uzak durmasına sebep olacaktır. Bu yüzden bazı âlimlerin yanlış anlaşılmasını önlemek için hediye dahi kabul etmediği bilinmektedir. Zuhaylî’nin işaret ettiği gibi verilen mesajın etkili olması açısından hedef kitlesinden maddi herhangi bir beklenti içinde olmamak da önemlidir. Bakara sûresinde “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık ile satma” şeklinde Yahudi bilginlerine yöneltilen eleştiriler dinî duyguları istismarın veya maddi bir kazanca alet etmenin her zaman görülebilecek bir zaaf olduğunu göstermektedir. Âyette zikredilen “az bir bedelle satma” işinin mahiyeti hakkında ilk dönem müfessirlerinden farklı görüşler gelmiştir. Ebu’l-‘Aliye’ye (ö. 90/709) göre Tevrat’ın ücretsiz eğitim öğretimi, Hasan elBasrî’ye (ö. 110/728) göre Tevrat’taki hükümleri başkalarının isteğine uygun olarak tahrif ve tebdil ederek yorumlama, es-Süddi’ye (ö. 127/745) göre ise Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olduğuna dair Tevrat’ta yazılı bulunan vasıflarını açıklamamak üzere rüşvet alma anlamındandır. Bu âyette kast edilenin yukarıdaki görüşlerden hangisi olduğuna dair elimizde tercihe sebep bir bilgi olmamakla beraber bunların her birisinin doğru olduğuna dair rivayetler tefsirlerde fazlasıyla mevcuttur. Konumuz açısından da bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin hepsinin maddi-manevi bir nüfuz elde etmek üzere ilahi bir metni çarpıtma teşebbüsü olarak değerlendirilebileceği açıktır. Tamamlayıcı bir unsur olarak belirtmek gerekir ki peygamberlerin kavimlerinden maddi bir beklenti içinde olmadıklarını söylemeleri, kendi el emekleri ile geçindikleri anlamına gelmektedir. Hz. Nûh gibi Hz. Yahyâ’nın da marangozlukla geçindiği, Hz. Dâvûd’un demirden zırh yapıp sattığı, Hz. Süleyman’ın sepet ördüğü nakledilmektedir. Bilindiği üzere insanın yaptığı dünyevî bir hizmete karşılık bir ücret alması tabiidir. Peygamberler de bir beşer olarak alışveriş yapmışlar, hizmetlerine ve ürünlerine karşılık bir ücret almışlardır. Hz. Şuayb Mısır’dan kaçıp yanına gelen Hz. Mûsâ ile koyunlarını gütme hususunda bir sözleşme yapabilmiştir. Yine Kehf sûresinde anlatılan Hz. Mûsâ ve bilge insanın kıssasında, Hz. Mûsâ, yıkılmak üzere olan bir duvarı onarıp düzelten arkadaşına bunun karşılığında neden bir ücret almadığını sorgulamıştır.
6. Çeşitli Gerekçelerle Peygamberlerin Davetine Direnç Gösterilmesi
a. Ataların İnancına Bağlılıkların Dile Getirilmesi
İnsanlar içinde yaşadıkları toplumun kültürel kodlarıyla yetişirler. Küçük yaşlardan itibaren görüp işittikleri şeylere o kadar aşina olurlar ki bir süre sonra o davranış kalıpları olağan rutinlere dönüşür. Örf ve âdetler, gelenek ve görenekler ise çok daha güçlü yaptırımlara sahip olarak yazılı olmayan kanunlar gibi toplumda uygulama alanına sahip olur ve yer yer kanunlara karşı bir önceliğe sahip olabilirler. Kültürün başat unsurlarından birisi olarak din ve din etrafında oluşan değerler ise bir derece daha güçlü bir etkiye sahiptir. Tarihte yaşanan olaylar bu tür dinî ön yargıların kırılmasının hiç de kolay olmadığını göstermektedir. Tarih boyunca gönderilen peygamberlerin de bu ön yargıları kırmak için mücadele ettiği, inkârcıların da mantıki temellerden yoksun çeşitli bahanelerle direnç gösterdikleri görülmektedir. Genel olarak vahiy, nâzil olduğu toplumun hayat tarzını, örf ve âdetlerini, inanç sistemlerini üç kategoride değerlendirir. Ahlakî erdemler içeren ve toplum yararına olanları aynen bırakır ve dokunmaz. Bazılarını tashih eder. Putlar adına kesilen kurbanların Allah adına kesilmesi gibi. Bazı inançları ve alışkanlıkları ise toptan kaldırır. Şirk, büyük günahlar, zulüm ve zorbalık bunlar arasındadır. Her yeni durum eskisini ortadan kaldırdığından ona alışmış olan insanların tepkisiyle karşılaşır. İnsanlar eski alışkınlıklarını sürdürmek için yeni durumu reddetmenin bazı gerekçelerini ileri sürerler. Bu gerekçelerinden birisi de yaşadıkları hayat tarzını babalarından miras olarak devraldıkları, bu yüzden onu terk etmek istemedikleri şeklindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tavrın bir defa yaşanan bir husus olmadığını birçok toplumda görüldüğünü açıkça ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de hemen her peygamberin kavminin tepkisi olarak tekrarlanan “atalarımızın tapmakta oldukları” ifadesi insanın geçmişine nasıl körü körüne bağlanabileceğini göstermektedir. Kur’ân-ı Kerîm atalardan tevarüs edilen kültürün/bilginin her zaman doğru olamayabileceğini belirterek bu tutumu eleştirir. A’rafsûresinde müşriklerin, atalarının dini üzerine olma geleneğini bir alışkanlığa ve bahaneye dönüştürdükleri ifade edilmektedir. Sanki atalarından fazilet namına, sahih inanç adına hiçbir şey gelmemiş gibi bütün kötü alışkanlıkları atalar dininin arkasına sığınarak işlemekteydiler. Üstelik bunun Allah’ın emri olduğunu ileri sürecek kadar da yüzsüzlük yapmaktaydılar.
b. Peygamberlerin Meleklerden Seçilmesi veya Onlara Bir Meleğin Eşlik Etmesi Gerektiğinin İleri Sürülmesi
Allah’ın insanlarla iletişim kurma yollarından birisi olan meleklerin varlığı hususunda tarih boyunca insanların bir ön kabulü olduğu Kur’an kıssalarından anlaşılmaktadır. Melekleri Allah’ın kızları olarak niteleyen yanlış telakkiler bile onların varlığının kabulü anlamında gelmektedir. Meleklerin varlığını kabul ettikleri halde Yüce Allah’ın bir insanla, melekler aracılığıyla da olsa iletişime geçebileceğini akıllarına sığdıramayanlar, önce peygamberlerin “beşer” olmalarını dillerine dolamışlar, ardından ancak bir meleğin peygamber olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Hz. Nûh döneminde dile getirilen bu talepler sonraki dönemlerde de tekrar edilegelmiştir. Firavun, Hz. Mûsâ’nın nübüvvetini reddederken şöyle demişti: "Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardımcı meleklerin gelmesi gerekmez miydi?" Kavminin onun bu sözlerine kanması böyle bir yaklaşımı kabul ettirecek bir inanç alt yapısının olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Aynı anlamsız talepler Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ sürecinde de devam etmiştir. Müşrikler dinin metafizik boyutunu genişleterek peygamberler dâhil her şeyi ulaşılmaz olarak telakki ettiklerinden yanlış neticelere ulaşmışlardır. Hatâya düşmelerine sebep bir diğer yanılgı da yanlış kıyasta bulunmalarıdır. Kendilerinin yaşamadığı vahiy tecrübesini peygamberler için de imkânsız görmüşlerdir. Peygamberlerin diğer insanlar gibi gündelik bir yaşam tarzına sahip olmaları onlara göre akıl almaz bir işti. Melek dışında bir varlığın peygamber olması kabul edilemezdi. Bu düşüncelerinin mantıki temellerden yoksun olduğu açıktır. Bir meleğin peygamberliği örneklik bakımından beşer-peygamber örnekliğinden daha olumlu sonuçlar veremez. Onların bu düşüncelerinin insanları sınıflandırmanın, bir kısmını aşağı seviyede görmelerinin bir neticesidir. Kur’ân-ı Kerîm ise bu anlamsız taleplere Allah’ın elçilerini meleklerden veya insanlardan seçmede serbest olduğunu, meleklerden seçmesi hâlinde bile onları insan sûretinde seçeceğini, onların istediği gibi meleklerden peygamber gönderdiği hâlde inkâr etmeleri, ya da peygamberlerle beraber meleklerin inmesi hâlinde ise onlara asla göz açtırılmayacağını, onların buna rağmen inkâr etmeleri hâlinde derhal cezalandırılacaklarını söyler. Bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki Yüce Allah insanlardan, verdiği akıl ve iradeyi kullanmalarını, bu sayede mümin olma şerefine nail olmalarını istemektedir. Yoksa iman ve inkâr noktasında insanlara iradesini kullanacak bir aralık bırakılmaması hâlinde imtihan sırrı ortadan kalkacağı gibi insanın diğer varlıklardan farkı da söz konusu olmayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm insanların Melek olan peygamber beklentisinde de samimi olmadıklarını, semadan dokunabildikleri bir kitabın nâzil olmasının dahi inanmalarına yeterli olmayacağını söyler. Ayrıca insanlar arasındaki ontolojik dengeye/uyuma dikkat çeken Yüce Allah, gerçekte melek olsa dahi insanlarla iletişim kurabilmesi için onun -bir imtihan vesilesi olmak üzere- yine insan suretinde yaratılacağını bildirmiştir. Yine Kur’an’da melekler peygamber olarak gelse ve ölülerle konuşsa dahi müşriklerin iman etmeyeceğini belirtilerek inkâr gerekçelerinin mantıkî ve samimi olmadığı belirtilmektedir.
c. Peygamberlerin ve Müminlerin Sosyo-Ekonomik Durumlarını Dillerine Dolamaları
İnsanların değerlendirme ölçütlerinin her zaman objektif olduğu söylenemez. Ön yargıların bu değerlendirmelerde çok defa güçlü bir etkiye sahip olduğu görülür. Nasreddin hocanın kürk metaforu bu anlamda güzel bir örnektir. Hz. Nûh’un kavminin inanmama gerekçelerinden birisi de Hz. Nûh’a inananların düşük gelirli fakir kimselerden olmasıydı. İbn Cüreyc’den (ö. 150/767) rivayet edildiğine göre inkârcılar Hz. Nûh’a tabi olmak için ondan etrafındaki fakir ve sıradan insanları kovmasını isteyebilmişlerdir. Bu kişiler toplumun maddi anlamda aşağı tabakası ile bir arada bulunmak istememişler, ona tabi olmak için toplumun ileri gelenlerinin kararını bekleyeceklerini ifade etmişlerdir.” Firavun’un, Hz. Mûsâ’ya inanmama gerekçelerinden bir diğeri onun insanları cezbeden özlü sözler söylememesi ve hazineler dolusu malının olmamasıydı. Asr-ı saadette de Araplar Kur’an’ın bir yetim olarak büyüyen Hz. Muhammed’e nâzil olmasını akıllarına sığdıramayıp Mekke veya Taif’in ileri gelenlerinden birisine inmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Kaynaklar müşriklerce Mekke’de kendisine vahiy gelmesi gerektiği ileri sürülen kişi olarak çoğunlukla Velîd b. Muğire’nin ismini vermektedirler. Taif’teki kişi için ise, Hubeyb (veya Habib) b. ‘Amr b. ‘Umeyr as-Sekafî, Urve b. Mes‘ud şeklinde isimler geçmektedir. Müşriklere göre Peygamber öyle birisi olmalıydı ki yemeye içmeye muhtaç olmasın. Yine de eğer bir insan peygamber olacaksa, o zaman bu çok büyük biri olmalıydı ki alelâde insanlar ona mal, mülk, şöhret vb. bakımlardan ulaşamamalıydı.” Aynı tepkiler sadece peygamberlere değil diğer yöneticiler için de söz konusu olmuştur. İsrailoğulları’nın peygamberi, ordu komutanı olarak Talut’u seçtiğinde İsrailoğulları ekonomik durumunu bahane ederek onun krallığına İtiraz etmiş; bazıları yolda onun emrini dinlemeyip asi olmuştur. Böyle bir düşünce ancak samimi bir inanca sahip olmayanların görüşü olabilir. Çünkü kişileri dünyada maddi bir refaha ulaştırmak gayesi dinin öncelikli hedefleri arasında yoktur. Tam tersine din, dünyalığı hayatın merkezine koymayan aksine ebedi ahiret saadetini önceleyen bir yaklaşıma sahiptir.
7. Peygamberlerden Mucize İstenmesi
Mucizeler, Kur’an kıssalarının önemli bir bölümünü oluşturur. Bu mucizelerin bir kısmı insanların doğru yolu bulmalarına vesile olacak şekilde tahakkuk eden “Hidayet” mucizeleridir. Diğerleri ise “Yardım” ve “Helak” mucizeleridir.ncelendiğinde peygamber mucizelerinin daha çok peygamberlerin yaşadığı dönemde revaçta olan şeylerle mütenasip olduğu görülür. Bu sayede halkın yanında itibar sahibi olan insanların nüfuzları ve dolayısıyla halkın üzerindeki etkileri azaltılmış olmaktadır. Esasen peygamberlerin tebliğ metotları ve içerikleri incelendiğinde akla hitap eden ve düşünen bir insan için yeterli sayılabilecek deliller içerdiği görülmektedir. Fakat her şeyi maddi ölçülerle değerlendirme alışkanlığında olan insanlar akıllarına değil; gözlerine hitap edecek mucizelerin peşine düşmüşlerdir. Mucize taleplerinin bir kısmı âdeta gerçekleşmemesi ve dolayısıyla peygamberin iddiasının çürütülmesi arzusuyla istenmiştir. Hz. Sâlih’in kavminin istediği mucize bu türdendir. Kavmi Hz. Sâlih’ten kayanın içinden bir dişi deve çıkarmasını talep etmiştir. Hz. Sâlih’in duasıyla gözleri önünde gerçekleşen bu mucizeye rağmen çok az sayıda insan iman etmiştir. İman etmeyenler bununla da yetinmeyip bir kadının kışkırtmasıyla deveyi kesmişlerdir. Âd kavmi de kendilerine apaçık bir mucize getirmedikçe putlara tapmaktan vazgeçmeyeceklerini ve Hz. Hûd’un peygamberliğine inanmayacaklarını söylemişlerdir. Hz. Mûsâ örneğinde olduğu gibi tebliğ faaliyetine başlamadan önce Allah’ın peygamberine bazı mucizeler vermesi, insanların iman etme şartı olarak mucizeye büyük bir anlam yüklediğini göstermektedir. Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini ilan eder etmez Firavun’un ondan mucize istemesi de Allah’ın Hz. Mûsâ’ya önceden mucizeler vermesinin hikmetini ortaya koymaktadır. Mucize taleplerinin tamamının samimiyete dayanmadığını gösteren delillerden birisi de Hz. İsâ’nın mucizeleridir. O, evlerde ne yiyip tükettiklerini onlara haber vermekten tutun döneminde ilerleyen tıp ilmine rağmen bir türlü şifası bulunmayan hastalıkları iyileştirmeye hatta ölüleri dirilmeye varıncaya kadar birçok mucize göstermesine rağmen imanında samimi olanların sayısı iki elin parmaklarını geçememiştir. İnsanı yaratan ve ona şah damarından daha yakın olan Yüce Allah insanların mucize taleplerinde samimi olmadıklarını Kur’ân-ı Kerîm’de müteaddit sûrelerde dile getirmiştir. Asr-ı Saadette de müşrikler Hz. Peygamberden mucizeler istemişlerdir. Yüce Allah mucize gelmesi hâlinde inanacaklarına dair kuvvetle yemin eden müşriklerin bu samimiyetsiz tavırlarını şiddetle eleştirmiş, her türlü mucizeyi görseler dahi inanmayacaklarını Ehl-i Kitabın da aynı karakterde olduğunu belirtmiştir.
8. Peygamber ve Müminlerin Eziyetlere Maruz Bırakılmaları ve Hicrete Zorlanmaları
Peygamberlerin tebliği karşısında inkârcıların ilk tepkileri itibarsızlaştırmak ve yok saymak olmuştur. Bunlar yeterli olmayınca yıldırma, baskı, tehdit ve eziyet süreci başlamıştır. Bu şekildeki bir tepki aslında inkârcıların düşünce aşamasındaki yenilgilerinin ilanı anlamına da gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sürecin toplumsal bir vâka olarak defalarca tekrar ettiği, her kavmin benzer bir süreçten geçeceği birçok kere dile getirilir. Hz. Nûh’un, kavminin sözlü eziyetlerine maruz kalmakla kurtulmayıp fiziksel olarak da çok eziyet gördüğü nakledilmektedir. Peygamberlerin kavimleri ile olan mücadeleleri onlar açısından her zaman istenen sonuçları vermemiştir. İnkârcıların peygamberlere ve müminlere yönelttikleri baskılar farklı boyutlara varınca Allah’ın izin vermesiyle peygamberler hicret etmişlerdir. O halde hicret bir kaçış değil bir nebevî duruştur, denilebilir. Kur’an hicreti bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya geçiş şeklinde dar manada ele almaz. Kişinin duyguları, söylemleri ve eylemleriyle bir başkasından ayrılması da hicret kapsamında değerlendirilmektedir. Kur’an’a göre bazen hicret kaçınılmaz bir görev olabilmekte, bazen de hicret İslâm toplumuna âidiyetin göstergelerinden birisi olarak kıymet görmektedir. Habeşistan hicretine sadece zayıf Müslümanların değil, Mekke’de rahatlıkla bir himaye bulabileceklerin de katılması hicretin müreffeh bir hayata ulaşma gayesi taşımadığını göstermektedir. Hz. İbrâhîm’in gençlik döneminde verdiği Tevhid mücadelesinin son sahnesi, Kur'ânı Kerîm’de örnek olarak gösterilen kendisiyle müşrikler arasına kalın çizgiler çizerek yaptığı hicrettir. Hz. Lût’un yaşadığı kenti bir daha dönmemek üzere terk etmesi de bir nevi hicrettir. Onun bir türlü netice vermeyen ıslah mücadelesinin sonunda sapıklıkta ileri giden inkârcılar cezalandırılmadan önce Hz. Lût ve müminler şehri terk etmişlerdi. Hz. Mûsâ’nın İsrailoğulları’yla artık yaşama imkânı kalmayan Mısır’dan kurtuluşları hicret manasını da mündemiçtir. Zulüm altında da yaşasalar en az birkaç nesil orada kalan İsrailoğulları için Mısır bir vatan mesabesinde idi. Hz. Mûsâ ile olan tartışmalarında sık sık geçmiş günlerini anmaları da bunu göstermektedir. Bütün süreçleriyle değerlendirildiğinde denilebilir ki hicret sadece zulümden kurtulmak gibi pasif bir tavır değil, aynı zamanda haksızlığa karşı direnmek ve son vermek gibi aktif bir anlam da taşımaktadır. Hz. İbrâhim gibi, Hz. Muhammed’in (s.a.s) Mekke’de tebliğ imkânını bulamaması hicreti kaçınılmaz kılmıştır. Elbette Medine’ye hicrette Kureyş’in zulmünün etkisi yok sayılamaz. Bununla beraber İslâmî mücadeleyi Kureyş’ten uzaklaşarak bağımsız bir düzlemde sürdürme gayesi göz ardı edilemez.Nitekim hicretin düzensiz bir göç şeklinde gerçekleşmediği, Allah ve Resulünün izni ile bilinçli ve düzenli bir hareket olduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber’in hicretin ilk günlerinde hayata geçirdiği büyük projelerden birisi de Kuba ve Medine’ye birer mescit inşa etmesidir. Farklı memleketlere hicret eden Müslümanlar tekrar İslâm yurduna döndüklerinde gittikleri yerlerde şahit oldukları olumlu uygulamaları ve teknik gelişmeleri beraberinde getirdiklerinde İslâm medeniyetinin gelişimine de katkı sağlamış oluyorlardı. Gittikleri yerlerde kalıcı olarak yerleşseler bile bu iki kültürün kaynaşması anlamına gelir ki bu da güçlü bir medeniyetin oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Ali Şeriati, tarihte kendisinden söz ettiren medeniyetlerin tamamında hicret/göç sürecinin tartışılmaz bir katkısının olduğunu söylemektedir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hicretinden bir İslâm devletinin neş’et etmesi, Medine’ye hicretten sonra insanların dalga dalga İslâm’a girmesi hicretin mana ve ehemmiyetini özetler mahiyettedir. Allah’ın yasakladığı bütün günahların terki ve aile bireylerinin bu tehlikelerden korunması, yepyeni ve olumlu bir çevre gerektirdiğinden bu gaye ile yapılan her göç hicret kapsamına dâhil edilebilir.
9. Peygamberleri İnkârın Azapla Neticelenmesi
Kur’an’ın bildirdiğine göre birçok âsi kavim helak olmuştur. Cezalandırılan kavimlerin bir kısmının kalıntıları ibrete vesile olacak şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de görülmeye değer şeyler olarak takdim edilirken bazıları uzun süre kendisinden söz edilmeyecek şekilde tamamen yok olmuşlardır. Son zamanlarda yapılan arkeolojik çalışmalar araştırmacılara Kur’an’ın geçmiş milletler hakkındaki açıklamalarını doğrular nitelikte bulgular sunmaktadır. Helâk olma biçimleri farklı olsa da genel olarak süreç benzer şekilde gelişmiştir. Buna göre; Peygamberlerin ısrarlı çağrıları üzerine daha da öfkelenen inkârcılar tehditlerini sıklaştırmış, müminlere uyguladıkları baskı ve eziyetleri artırmışlardır. Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Şuayb, Karye halkına gönderilen elçiler, inkârcılar tarafından taşlanıp öldürülmekle tehdit edilmiştir. Mucizeleri sihir olarak niteleyen kavimler her seferinde iddia ettikleri azabı getirme konusunda peygamberlere meydan okumuşlardır. Allah’ın, iman etmeleri için kendilerine verdiği süreyi yani imhali, ihmal olarak telakki edip kendilerini muaheze etmeyeceği fikrine kendilerini iyice kaptırdıkları anda vadedilen ceza onları çepeçevre kuşatmıştır. İlahi bir hikmet olarak verilen cezanın çoğunlukla amellerinin cinsinden olması da dikkatlerden kaçmayan hususlardandır. Şöyle ki: Hz. Nûh’un kavminde küfür ve inkâr politikaları âdeta kurumsallaşmış, inkârsistemli bir hâle gelmişti. Bu toplumda imanın önüne dev bariyerler kurulmuş, yeni nesillerin iman etmesi, doğru yolu bulması imkânsız hâle gelmişti. Hz. Nûh’un inkârcı kavmine beddua etmesi de bu ana denk gelmiştir. Kendisini helak edercesine yaptığı tebliğ faaliyeti sonuçsuz kaldıkça Hz. Nûh çalışmasının yetersiz olduğu kanaatine varıp kendisini suçlayınca Yüce Allah bundan sonra hiç kimsenin iman etmeyeceğini ona haber vermiştir. Allah’ın verdiği ceza ile çocuk sahibi olmaya çok önem verenlerin soyu tamamen kesilmiş, kurdukları inkâr düzeni de gelecek nesillere ibret olacak şekilde yerle bir olmuştur. Yerden fışkıran ve gökten boşalan yağmurla dağların zirvesine kadar çıkan dalgalar âdeta yeryüzünde küfrün izlerini kazımak istercesine inkârcıların kâbusu olmuştur. Nûh tufanından sonra yeryüzüne yayılan insanların neslinden gelen Âd kavminin akıbeti de bundan farklı olmamıştır. Bilindiği üzere Âd kavmi Kur’ân-ı Kerîm’de kaleleri andıran saraylara, refahın her türüne imkân tanıyan maddi birikim ve gıpta edilecek güzellikteki bahçelere151 sahip bir kavim olarak tanıtılmaktadır. Şükre vesile olması gereken bu nimetler onların şımarıklığına, akabinde tevhid inancından yüz çevirmelerine sebep olmuş, ilahi mesajın özünden uzaklaştıkça zulüm, azgınlık ve taşkınlık girdabına saplanmışlardır. Kaynakların verdiği bilgiye göre Âd kavminin azgınlığının ana karakteri, onları gurur ve kibre sevk eden görkemli maddi varlıklarıdır. Onlar coğrafi olarak uzaktan görülebilecek kaleler inşa etmekle aynı zamanda çağlar boyunca anılmalarına vesile olacak eserler de inşa etmiş oluyorlardı. Cezalarının da beklentilerinin aksine ağaçların kökünden sökülüp kaldırılması gibi bütün maddi varlıklarını yok etmek şeklinde olmuştur. “Hem Arap tarihçelerinin hem de çağımız tarihçi ve araştırmacılarının bulgularına göre Âd kavmi dünyadan âdeta silinmiştir ve hiçbir kalıntıları kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki Arap tarihçileri bu kavmi, kaybolan ve yok olan milletler arasında saymaktadır.” Hz. Sâlih’in bütün uyarılarına rağmen Allah’ın mucizesi olan deveyi eziyet ederek ayaklarını kesen ve olduğu yerde çökmesine sebep olan Semûd halkı, korkunç bir sesin oluşturduğu korku ile dizleri üzerine çökerek helak edilmişlerdir. Saplandıkları eşcinsellik bataklığı ile âdeta neslin yok olmasına zemin hazırlayan Lût kavmi Hz. Lût’u şehirden çıkarmakla tehdit ederken, kendileri taşlanarak, şehre gömülmüş ve soyları kesilmiştir. Hz. Şuayb’ın son derece beliğ olan davetini sağırlığa vurarak “biz senin ne dediğini anlamıyoruz” diyen Eyke halkı bir daha duyamayacak şekilde korkunç bir sesle cezalandırılmışlardır. İlahlık iddiasında bulunan Firavun’un akıbeti de bu anlamda ibretamiz bir veçheye sahiptir. Sadece Mısır değil, çevresini de zulüm ve baskıyla tahakkümü altında tutan, kurduğu düzenle bölgenin âdeta tek hâkimi konumunda olan Firavun İsrailoğullarını denizde mucizevî olarak açılmış bulunan yolda takip etmek isterken suların tekrar kavuşmasıyla suyun ortasında tutunacak bir dal bulamamış, yönettiği toprakların ortasında yardıma muhtaç bir biçare olarak kalakalmıştır. Rablık iddiasından vazgeçip Allah’a inandığını beyan etmiş ama bu son nefeste gelen pişmanlık ona hiçbir yarar sağlamamıştır. Hazinelerinin anahtarlarını kalabalık bir topluluğun taşıyabildiği Kârûn, Allah’ı unutup bütün servetinin kaynağının kendi zekâsı ve çabası olduğunu iddia edip yeryüzünde gururlu ve çalımlı bir şekilde yürümüştür. Zekât vermeye yanaşmayan, mal varlığı ile toplumda nüfuz sahibi olmaya çalışan Kârûn azgınlığına sebep olan maddi varlığı ile bir zamanlar üzerinde gururla yürüdüğü toprak tarafından yutulmuştur. Hülasa peygamberlerin her türlü olumlu yaklaşımlarına rağmen inatla inkârda ısrar edenler tarih boyunca çeşitli cezalara çarptırılmışlar ve kaybeden tarafta olmuşlardır. Bu durum, tüm peygamberlerin davetine olumsuz cevap verenler için değişmeyen bir olgudur. Son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) davetine olumsuz cevap verip ona karşı düşmanlık yapanlar da her türlü yolu denemelerine rağmen Allah’ın dininin tamamlanmasına engel olamamışlardır. Peygamber kıssalarındaki benzerlikler elbette bu tespitlerden ibaret değildir. Peygamberlerin tebliğlerinde çoğu defa “ben dili”ni kullanmaları,159 Yukarıda da geçtiği üzere Allah’ın yardımının bazen son ana kadar gecikmesi/geciktirilmesi, hemen bütün peygamberlerin bir aileye sahip olması, peygamberlerin aile bireyleriyle imtihanı, peygamberlerin duası ve istiğfarı, peygamberlerin karakterinin Kur’an tarafından övülmesi gibi konular da benzerlikler mevcuttur. Ancak gerek makalenin boyutlarını aşacak olması gerekse bir kısmında müstakil çalışmalar yapılmış olması başlıkları sınırlandırmayı zorunlu kılmıştır.
Sonuç
Bazı istisnalar hariç tutulduğunda Kur’an kıssalarında zikredilen tebliğ sürecinin benzer şekilde seyrettiği görülmektedir. Tevhid mücadelesine yer verilen Hz. Nûh kıssası birçok yönden diğer peygamber kıssalarının prototipi gibidir. Hz. Nûh’un şirk inancıyla mücadele edip tebliğinde tevhide öncelik vermesi, bunun karşılığında onlardan hiçbir maddi karşılık beklemediğini ısrarla belirtmesi, toplumun ileri gelenleri tarafından alay ve eziyete maruz bırakılması ve kavminin meydan okuması üzerine onların acıklı bir azapla helak edilmeleri bu benzerliklerden bazılarıdır. Peygamberlere karşı çıkmada çeşitli gerekçeler ileri sürülse de bunların gerçeklikten uzak bahaneler olduğu, asıl sebebin ise alışkanlıklardan kurtulmanın zorluğu ve nüfuz kaybetme endişesi olduğu görülmektedir. Peygamberlerin kendi kavimlerinden gönderilmesi ve kavmi ile aynı dili konuşması kavimlerinin tanımazlık gerekçesiyle inkâr bahanelerini almıştır. Peygamberlerin mesajlarında önceliğin her seferinde tevhid inancına verilmesi imanın amel karşısında bir önceliğinin bulunduğunu ve tebliğ açısından vazgeçilmez olduğunu göstermektedir. Peygamberlerin tevhid inancından sonra toplumda yaygınlık kazanan kötü hasletlerini ıslaha çalışması da altı çizilecek huşulardandır. Peygamberlerin uyarma ve müjdeleme yöntemiyle sürdürdükleri tebliğ sürecinde kavimleriyle yaşadıkları tartışma ve çekişmeler sözde kalmamış, kavimleri fırsat buldukça iman edenleri yıldırma, vazgeçirme ve öldürme yollarına hep başvurmuşlardır. Hicret de bu süreçte zaman zaman müminler açısından başvurulan bir çözüm olmuştur. Hicret ettiği için tümüyle yok olan ve tarihten silinen bir örneğe rastlanmamaktadır. Aksine her hicretin kendi şartları içinde yeni bir başlangıca ve bazen bir medeniyetin oluşumuna vesile olduğu görülmektedir. Zulüm ve baskılar ilanihaye devam etmemiş, inkârcılar cezalandırılmıştır.
Yorum Sayısı : 0